1865’te Gregor Mendel, bugün “Gen” olarak tanımladığımız ve kalıtsal olan faktörlerden bahsetmeye başladı. Yapmış olduğu araştırmalardan;
- Genlerin birbirleri ile karışmadan bütünlüklerini koruduğunu
- Genlerin bazılarının baskınken, bazılarının resesif yani çekinik olabildiğini
- Çiftleşen bireylerin bir sonraki kuşağa genetik bilgilerinin en fazla %50 kadarını aktarabildiği
sonuçlarını çıkartıyor ve çalışmasını 1866’da “Bitki Melezleri Üzerine Deneyler” adlı makaleyle, Brünn’deki Doğa Bilimleri Derneği’nin dergisinde yayınladı.
Evet, buraya kadar harika; ancak genlerin nerede bulunduğu veya nelerden oluştuğu hakkında o zamanlar hiç bir fikrimiz yoktu.
Kromozom Teorisi
1902’de bir grup bilim insanı, hücresel bölünme esnasında kromozomların nasıl çift haline gelip ayrıldığını açıklayan “Kromozom Teorisi“ni ortaya attı. Bunun ardından 1911 yılında Morgan, göz rengini belirleyen genlerin X kromozomuna bağlı olduğunu kanıtladı. Araştırmalarına ağırlık veren Morgan ve ekibi, meyve sinekleri üzerinde çalışmalar yaparak kromozomların bu kalıtsal faktörlerin nasıl kaynağı olduğunu anlamaya çalıştı.
DNA’nın Keşfi
Hemen hemen 1928’e kadar kalıtım materyalinin protein olduğu tahmin ediliyordu. Çünkü bu özelliği taşıyabilecek kadar kompleks bir yapıya sahipti. DNA ise o zamanlarda sıradan bir molekül olarak görülüyordu. Hatta durum şu ki; DNA’nın türler arasında bile farklılık göstermediği tahmin ediliyordu. Bu yüzden bilim insanları kalıtsal materyalin protein olduğunu söyleyenlerin tarafını tuttu.
Durum bu şekilde iken yıllar geçtikçe kalıtsal materyalin belirsizliği konusunda proteine rakip olan DNA molekülünün de eli güçlenmeye başladı. Yapılan çalışmalar, DNA için “Acaba mı?” sorusunu gündeme getirdi.
Bu alanda birbirleri ile yarış halinde olan bilim insanlarından Frederick Griffith çalışmalara başladı. Bugün bile ders olarak anlatılabilen “Griffith Deneyi“ni gerçekleştirdi.
Griffith, ısı ile öldürdüğü bakterileri alıp canlı bakteriler ile bir araya getirdi ve canlı bakterilerin değişim geçirerek ölü bakterilerin özelliklerini kazanmaya başladığını gördü. Buraya kadar her şey harika; ama kilit bir nokta var. Genetik materyal şayet proteinler olsa idi, sıcaklık ile onlar da bozulacaktı. Yani canlı bakterilere aktarılan şey protein değildi.
Bu deneyden sonra 1944’te bilim insanları sıcaklık ile öldürülen bakterilerden zarar görmeden geriye kalıp canlı bakteriyi değişime uğratan şeyin DNA olabileceği düşüncesi üzerine yoğunlaştı. Daha sonra yapılan çalışmalarda ise DNA’nın kalıtım materyali olduğu kanıtlanmış oldu.
Genetik materyal konusunda her ne kadar DNA için karar kılınsa da, DNA’nın şifreyi nasıl barındırdığı halen bilinmiyordu. Ta ki 1950’de Chargaff, DNA’daki “Adenin, Timin, Guanin ve Sitozin” bazlarının DNA’daki sıklığının türler arasında farklılık gösterdiğini ortaya çıkarana kadar. Buna ek olarak Chargaff, yaptığı çalışmada adenin sıkılığını timin sıklığına, guanin sıklığının da sitozin sıklığına eşit olduğu sonucuna vardı.
1950’lerde Rosalind Franklin ve Maurice Wilkins isimli iki bilim insanı DNA üzerine X-ışınları yollayarak röntgenini çekti. Röntgen sonucunda ise DNA’nın bugün dahi kabul gören sarmal yapıda olduğunu ortaya çıkardı. Ardından James Watson ve Francis Crick isimli iki bilim insanı da bu konu üzerinde çalıştı ve adenin, timin, guanin ve sitozin bazlarının bu zinciri oluşturduğu sonucuna vardı.
Watson, Crick ve Wilkins bu çalışma ile nobel ödülü kazandı ancak dramatik bir şekilde Franklin genç yaşta öldüğü için (38 yaşında) Nobel Ödülü alamadı.
Dünya DNA Günü
İnsan genomunun baz dizilimini tam anlamı ile öğrenmek ve dolaylı olarak hayatın sırrını çözebilmek için, 26 haziran 2000 tarihinde “İnsan Genom Projesi” resmen duyuruldu. DNA’nın keşfinin 50. yıl dönümünde, yani 25 nisan 2003 yılında tamamlanması ile birlikte başta Amerika olmak üzere birçok ülkede 25 nisan “Dünya DNA Günü” olarak kutlanmaya başladı.